Patagonya

Patagonya… Dünya üzerinde koskoca bir boşluk adeta; ıssız, sessiz, sonsuz ve huzurlu…

Km2 başına sadece 2 insan düşüyor

Karla kaplı heybetli dağların, turkuaz göllerin, gürleyen buzulların, derin vadilerden geçen vahşi nehirlerin hüküm sürdüğü bir coğrafya burası. Bir yanına Pasifik Okyanusu’nu diğer yanına Atlantik Okyanusu’nu alan Patagonya’da tabiata hayran kalmamak mümkün değil. “Rüzgarın yurdu” denmesi ise boşuna değil. 120 km hıza ulaşabilen rüzgar, göz alıcı coğrafyanın baş yaratıcılarından.

Patgonya ismini ünlü denizci ve kaşif Macellan’a borçlu. Bir rivayete göre Macellan bölgeye geldiğinde yerlilerin büyük ayaklara sahip olduğunu görüyor ve onlara İspanyolcada “büyük ayak”anlamına gelen Patagon adını veriyor. Başka bir rivayete göre ise Macellan, guanako postlarına bürünmüş ve yüzleri boyalı yerlileri bir İspanyol hikayesindeki Patagon ismli canavara benzetiyor ve buradan yola çıkarak, bölgeye Patagonya adını veriyor.

Hayvancılık bu topraklar için çok önemli. Estancia adı verilen çiftliklerde en az 5000 koyun bulunuyor

Evrim Teorisi’nin temelleri burada atılıyor

“Doğanın cansız tüm güçleri-kayasından karına ve buzuna, rüzgarından suyuna-birbiriyle savaş ederken ,insana karşı birlik oluyordu.”

Lapa Lapa Kelebek Yağıyordu, Charles Darwin

Charles Darwin, henüz genç bir doğabilimciyken İngiliz Kraliyet Donanması’na ait Beagle adlı gemiyle yolculuğa çıkıyor. 5 yıl boyunca Patagonya’da incelemeler yapan Darwin, çok sayıda değişik canlı türüne burada rastlıyor ve Evrim Teorisi’nin temellerini de burada atıyor.

Ekmek, bira ve peynir

Üçünü de Alman Nazilerinden öğreniyorlar. Bunun nedeni Arjantin’in 2. Dünya Savaşı sırasındaki tarafsız duruşu ve savaş sonrasında kalkınmaya katkı sağlayacağı düşüncesi ile uyguladığı açık kapı politikası. İşte tam da bu yüzden Arjantin Nazilerin sığınağı haline geliyor ve Kuzey Patagonya savaş sonrasında ciddi bir Nazi göçü alıyor. Bir teoriye göre Hitler’in dahi bir nükleer denizaltı ile buraya kaçtığı ve hayatının sonuna kadar burada yaşadığı iddia ediliyor. Peki nereler görülmeli, neler yapılmalı?

El Calafate

Bu küçük kasaba 19.yy’da Patagonya’da önemli araştırmalar yapmış, buranın bitki örtüsü ve faunasını incelemiş olan Arjantinli jeolog, antropolog ve kaşif Francisco Moreno tarafından keşfedilmiş. Bu topraklara insanların yerleşmesi ise ancak 60-70 yıl önce başlamış.

Buzul çağından önce yeşil olan bölge bugün bozkır bir çöl gibi.

El Calafate dünyanın en büyük dinazorlarına ev sahipliği yapmış. Halen fosilleşmiş dinazor kemiklerine rastlamak mümkün.

Otelimiz Blanca Patagonia
Otel manzaramız
Stresten uzak bir kasaba

El Calafate adını bir tür böğürtlene borçlu. Biz nasıl gidenin ardından su döktüğümüzde o kişinin geri geleceğine inanıyorsak, buranın yerlileri de bu meyveyi yediğinizde buraya geri geleceğinize inanıyor.

Mağarada yenilen bir akşam yemeği
Mağarada yemeklerin piştiği ocak

Perito Moreno Buzulu

Dünyanın 3. en büyük tatlı su rezervi

El Calafate’ye 80 km uzaklıktaki buzullara 1-1,5 saatlik bir otobüs yolculuğu ile ulaşılıyor. Adını kaşif Francisco Moreno’dan almış. Almış almasına ama Moreno bu karşı konulmaz cazibeye sahip buzulları aslında hiç görmemiş.

Perito Moreno Buzulları, Grönland ve Antarktika’dan sonra dünyanın 3. büyük tatlı su rezervi. Su üstünden yüksekliği 70-100 m arasında. Dünyadaki diğer tüm buzulların aksine Perito Moreno küçülmüyor, büyüyor. Göz kamaştırıcı buzulları tekneden ve seyir teraslarından doya doya izlemek mümkün.

Penguen gibi yürümenizi gerektiren demir kramponlar, kask ve eldivenlerle buzulların üstünde trekking yapmak enfes bir deneyim.

Buzulların üzerinde güvenle yürüyebilmek için demir kramponlar takılıyor
İnsan kendini ucundan Ice Age döneminin içinde hissediyor.

Trekking boyunca buzulların kırılmalarına, buz parçalarının kendini turkuaz renkli göle teslim etmelerine tanıklık etmek ömür boyu unutulmayacak bir deneyim. Şiddetli gök gürültüsüne benzer ses insanın içini ürpertmiyor desek yalan olur. Yürüyüş sırasında ara ara durup buzulların suyunu içmek, kendini bu beyaz doğa parçasına teslim etmek, anda olmak büyüleyici.

Rotanın sonunda ise güzel bir sürpriz sizi bekliyor. Bardakların içine buzullardan kırılan buzlar konuluyor ve size hak edilmiş bir viski keyfi sunuluyor.

Yürüyüşümüz sırasında hava koşulları oldukça sertti. Bu cafeye sığınıp, ısınmak ve kurumak için sobanın etrafında yer kapmaca oynadık 🙂

El Chalten

Patagonya’dan bahsedip Ant Dağlarından bahsetmemek olmaz. Ant Dağları dünyanın en ihtişamlı zirvelerini içinde barındırıyor. 1877 yılında yine Moreno tarafından keşfedilen 3406 m yükseklikteki Fitz Roy bunlardan biri. Bu granit dağ en iyi El Chalten’den görünüyor.

Fitz Roy adını Charles Darwin’in de içinde bulunduğu araştırma gemisinin kaptanının adından alıyor

El Chalten’e El Calafate’den 3 saatlik bir otobüs yolculuğu ile ulaşılıyor.

Los Glaciares Ulusal Parkı’nın içindeki bu küçücük dağ köyü, dağcıların Mekkesi. 1985 yılında kurulmuş. Şili ve Arjantin arasındaki sınır hassasiyeti nedeniyle Arjantin hükümeti burada yerleşimi teşvik ediyor. Örneğin bir ev yapmak istediğinizde maliyetin %80’i devlet tarafından karşılanıyor.

El Calafate’den El Chalten’e ulaşmak için kullanılan yol. Ruta 40 Arjantin’in en uzun, dünyanın ise en uzun yollarından biri.

Dağcılık sporu ile ilgilenmiyorsanız, parkın içinde saatlerce yürüyüş yapıp Patagonya’nın vahşi doğasını daha yakından deneyimleyebilirsiniz.

Seyre doyamayacağınız manzaralar, bol oksijen ve günlük adım hedefini aşmak garanti!

Şili Patagonyası: Torres Del Paine

Patagonya, Arjantin ile Şili arasında yer alıyor. Arjantin tarafından uzunca bir otobüs yolculuğu ile sınırı geçtik ve Şili Patagonyası’na da ayak bastık.

UNESCO tarafından Biyosfer Rezervi ilan edilen ve 2013 yılında dünyanın sekizinci harikası olan Torres del Paine Ulusal Parkı, kelimelere dökmesi zor bir ihtişama sahip. Etrafı derelerle sarılmış dağ grupları, turkuaz göller, buzdağları, nehirler, lama benzeri guanacolar, nadiren kendini gösteren pumalar bu olağanüstü coğrafyanın parçası. Nereye baksanız doğa kameranıza mağrur bir gülümseme ile poz veriyor.

Ushuaia… Başka bir deyişle “dünyanın sonu”

Ünlü denizci ve kaşif Macellan 1520 yılında buraya geldiğinde yerlilerin yaktıkları çok sayıda ateş görüyor ve bu bölgeye ‘Ateş Toprakları’ anlamına gelen Tierra Del Fuego adını veriyor.

Dünyanın sonuna kimse gelmez kafasıyla, 1947’ye kadar Ushuaia, büyük bir hapishaneye ve azılı suçlulara ev sahipliği yapıyor.

Bu tatlı liman kenti, Antarktika’ya giden gemilerin kalkış noktası. Dünyanın sonundaki postane, dünyanın sonundaki fener, dünyanın sonundaki yol… Anlayacağınız dünyanın sonundaki her şey burada.

Dünyanın sonu
Dünyanın sonundaki fener
Dünyanın sonundaki postane
İsterseniz kendinize ve sevdiklerinize buradan bir mektup gönderebilirsiniz. Ulaşma şansı %50 ama olsun 🙂
Amerika kıtasında yolun bittiği yer. Yani yolun sonu

Beagle Kanalı

Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanusu birbirine bağlayan ve adını araştırma gemisi HMS Beagle’dan alan kanalda bir tekne turu yapmak farz. Tur sırasında penguen görünümlü kuşların ve deniz aslanlarının olduğu bir adayı ve bölgenin eski sahipleri, Yamanaların olduğu başka bir adayı görme imkanı bulacaksınız. Bizim kadar şanslıysanız kanalda bir balina görme ihtimaliniz de var 🙂

Penguen görünümlü kuşlar
Yamanalar, soğuk havada çıplak geziyorlar. Deniz aslanlarını avlayıp, yağlarını vücutlarına sürerek hayatta kalmayı başarıyorlar. Modern insanlar gelip onlara kıyafet giydirince işler değişiyor. Giydikleri kıyafetler yağmurdan ıslanıyor, kurumuyor ve zatürreden ölüyorlar. Son Yamana geçtiğimiz yıl hayata gözlerini yumuyor.

Kanal turuna Jules Verne’nin ünlü kitabı “Dünyanın Ucundaki Fener”i yanınızda götürmeyi unutmayın. Kapağını süsleyen feneri arkanıza, kitabı ise elinize alıp turistik bir poz verin 🙂

İsla Martillo

“Pratikte bir penguene bakıp kızgın hissetmek imkansız”

Joe Moore’un dediği gibi, pratikte bir penguene bakıp kızgın hissetmek imkansız. Isla Martillo’ya geldiğinizde bir değil yüzlercesini görüyor, onlara yakından bakabiliyor ve onlarla birlikte yürüyebiliyorsunuz. Başka bir deyişle, dünyaya ya da insanlara karşı kızgınlığınız varsa bu kızgınlık burada sona eriyor. Gerçekten çok komik hayvanlar. İnsanın yüzüne kocaman bir gülümseme konduruyorlar.

Isla Martillo, bölgedeki penguenlerin doğal yaşam alanı. Bilimsel çalışmaların da yapıldığı adaya her gün sadece limitli sayıda ziyaretçi alınıyor. Adadan dönüşte geldiğiniz çiftlikteki Balina Müzesi’ni ziyaret edebilir ve bölgedeki denizaltı yaşamıyla ilgili güzel bilgiler alabilirsiniz.

Aslına bakarsanız Patagonya anlatılmaz yaşanır! Bana yaşattıkları ile kalbimdeki yerini buldu ve oraya yerleşti…

Pişmanlığa haksızlık mı ediyoruz

“No Regret” (Pişmanlık yok) çağında yaşıyoruz adeta. Bu sözü bedenimize dövme yaptırıyor, pişmanlığı şarkılara konu ediyoruz. Pişmanlığı yok saymak için elimizden geleni ardımıza bırakmıyoruz. Peki bu olumsuz gibi görünen duyguya ya haksızlık ediyorsak? Buyurun size bir hikaye.

Yıl 1888, aylardan Nisan. Alfred Nobel ilginç bir güne uyanıyor; gazetesini eline aldığında daha ölmeden kendi ölüm haberini okuyor. Bir hata sonucu basın, ölen abisinin yerine Alfred’in vefat ettiğini “ölüm tüccarı öldü” başlığı ile duyuruyor. Sayısız insanın ölümüne neden olan dinamitin ve başkaca patlayıcıların mucidi olan Nobel, kendiyle ilgili yazılanlar karşısında sarsılıyor. Alfred “son pişmanlık neye yarar” demiyor, eli kanlı biri olarak anılmak istemediğine karar veriyor ve mal varlığının neredeyse tamamının insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek için bağışlanmasını vasiyet ediyor. #NobelÖdülleri de işte böyle doğuyor.

Alfred Nobel’e gelince; onu artık kimse ölüm tüccarı olarak anmıyor. O, tam da istediği gibi barış ile anılıyor. Pişmanlık Nobel’in hayatını gözden geçirmesine ve kendine anlamlı bir yaşam amacı bulmasına vesile oluyor.

Peki ya sen… Hangi pişmanlığını değişim için bir fırsata dönüştürebilirsin ❤️ Kitap önerisi istersen The Power Of Regret‘e bir göz atabilirsin.

Amazon…

Latin Amerika’nın Amazonları, dünyada geriye kalan tropikal yağmur ormanlarının üçte birini oluşturuyor. Yeryüzünün sadece %1 ‘ini kaplayan bu ormanlar, yaban hayatının bilinen türlerinin ise %10’una ev sahipliği yapıyor. Jaguarlar, anakondalar, piranalar… bunlar bilinenler. Ama her üç günde bir, yeni bir türün keşfedildiğini düşünecek olursak, kim bilir bilinmeyen ne çok sır saklıyor bu ormanlar ve nehir.

Kolombiya’da yağmur ormanlarının derinliklerini keşfetmek için Amazonların ortasındaki Leticia şehrine gidiyoruz. Yolculuğumuz bir tekne ile Amazon nehrinin ana kolundan başlıyor. Nehrin kahverengi sularının üzerinde zaman ile uyumlu ve ‘anda’ olsak da bu an sanki sonsuzluğa ait.

1,5-2 saatin sonunda Mocagua köyüne varıyoruz. Kendimize yağmur çizmeleri kiralıyor ve yerel rehberimiz eşliğinde dünyanın en büyük nehrinin etrafında göğe yükselen ağaçların arasına karışıyoruz.

Yaz güneşinin ışıklarıyla dolan orman, bitkilerin hükmettiği bir yer. Bu bitkiler, özenle bakılarak yetiştirilmiş şehir bitkilerinden farklı. Orman bizi buyur ediyor etmesine ama isterse bizi yutabileceğini de hissettirmekten geri kalmıyor. Doğa, onun karşısında ne denli zayıf ve aciz olduğumuzu, ona gerekli saygıyı göstermenizin şart olduğunu kulağımıza fısıldıyor adeta. Rehberimiz “burada her şey ‘hayatta kalma modunda’ diyerek, içimden geçenleri tasdik ediyor.

Yürüdüğümüz yollar, yağışlı sezonda sular altında kalıyor ve Amazon nehrinin sakinlerinden olan pembe yunuslar, beslenmek için ormanın içine kadar geliyor.

Ormanın ortasındaki doğal hayvan koruma alanı

Maymunlar ormanın en önemli sakinlerinden. Zira hiperaktif yapıları, ormandaki biyoçeşitliğin sürdürülebilirliği açısından çok önemli. Yedikleri şeyleri rastgele ormanın çeşitli yerlerine atarak, yeni bitkilerin oluşmasını sağlıyorlar.

Amazon kabilelerinin beslenmesinde ise maymunlar büyük yer tutuyormuş. Bölgeye gelen bilim insanlarının yerlilerle yaptığı uzun müzakereler sonucunda, Amazon yerlileri büyük ölçüde maymun avlamaktan vazgeçmiş. Hatta Amerikalı bir kadının önayak olması ile Maikuchiga Vakfı kurulmuş ve ormanın ortasında bir yerlerde bir maymun rehabilitasyon merkezi oluşturulmuş. Olağanüstü tatlı maymunların fotoğraflarını çekmek ise yasak. Bunu taktir ettim ve büyük saygı duydum. Aksi taktirde buranın bir hayvanat bahçesinden farkı olmazdı.

Mocagua köyü

Bu köyde 3 ayrı kabile bir arada yaşıyor. Tekneden inip toprağa ayak bastığınız anda, sanki cennete inmiş gibi oluyorsunuz. Geleneksel tarzdaki evlerin çoğundan ya müzik ya da çizgi film sesleri yükseliyor. Güneş panelleri, tribünü olan basketbol sahası ve ortalarda mutlu mutlu koşan çocuklar ve hayvanlar insana “başka bir dünya mümkün” dedirttiren türden.

Köydeki evlerden biri, bize kapılarını açıyor ve kabile hayatının küçük bir bölümüne konuk olma imkanı veriyor. Evde neredeyse hiç eşya yok. Kapıdan girdiğinizde, evin salonu olarak tanımlayabileceğimiz alanda bir televizyon, bir koltuk, buzdolabı ve bir dikiş makinası bulunuyor. Evin diğer bölümüne geçtiğimizde ise yemek masası, dolap ve üzerinde yemek pişirilen ateş var. Yatakta değil hamakta uyuduklarını da bu ev ziyaretimiz sırasında öğreniyoruz.

Yol hikayeleri:

Evin küçük kızı bizi görünce çok heyecanlanıyor ve bize tüm hünerlerini göstermeye başlıyor. Dans, şarkı vs derken bir anda yemek masanın yanındaki dolabın kapağını açıyor. Kapağı açmasıyla dolaptan Boruga denilen hayvanın çıkması bir oluyor. Biz şaşkınlık içinde bakarken kız kıkır kıkır gülmeye başlıyor. Normalde bir yaban hayvanı olmasına rağmen bu ufaklık baya evcilleşmiş, oldukça da hüzünlü bir hikayesi var. Ailenin babası bir gün avlanmaya çıkıyor ve bir Boruga vuruyor. Vurduktan sonra fark ediyor ki hayvan hamile. Karnından yavruyu almaya, onu yaşatmaya ve sahiplenmeye karar veriyorlar. Ona Robert adını veriyorlar. Robert meraklı gözlerle etrafımızda dönüp dolaşırken ve bizi sürekli koklamaya çalışırken, ben kendimi tutamıyorum ve “yarın bir gün Robert’ı yemezsiniz di mi?” diye soruyorum. Neyseki cevapları içimi rahatlatıyor 🙂

Pelazon ritüeli:

Amazon kabilelerinde kız çocukları ilk regl dönemlerini izole şekilde geçiriyor. Bu süreçte kabilenin diğer kadınları ona bakıyor ve “kadınlık görevlerini” öğretiyor. Kız çocuğu bu süreçte hiçbir şekilde erkeklerle temas etmiyor, yüz yüze gelmiyor. Adet döneminin sonunda büyük bir kutlama gerçekleştiriliyor. Kızın bedeni bal, çeşitli tüyler ve aksesuarlar ile kaplanıyor. Köyün erkekleri maskeler takıyor ve ellerinde zırhlar taşıyor. Köyde ziyafetler hazırlanıyor. Kadınlar kızın kollarına giriyor, birlikte dans etmeye başlıyorlar. Bir kadın olarak gelecekteki hayatı ona yeniden hatırlatılıyor. Sonra kızın saçlarını tutam tutam yolmaya başlıyorlar; ta ki kafasında hiç saç kalmayıncaya kadar. Kız ağlamadan buna dayanırsa dünya evine girmeye hazır oluyor. Eğer ağlarsa bir sonraki regl dönemi bekleniyor. Kızın babası, kızına en bilge olduğunu düşündüğü erkeği koca olarak seçiyor.

Not:

1) Rehberimiz, kızların acıyı çok hissetmemesi için onlara tören öncesinde fermente edilmiş içecekler verildiğini söylüyor.

2) Ritüel insanı oldukça rahatsız ediyor. Bununla birlikte bu insanların hem birbirlerine karşı, hem doğaya karşı hem de hayvanlara karşı çok sevgi dolu ve saygılı olduğunu özellikle söylemek istiyorum. Burada herkes hayatından çok mutlu. Bu ritüeli de kültürlerinin bir parçası olarak görüyorlar.

Puerto Narino:

Mocagua köyünde yerel yemeklerle karnımızı doyurduktan sonra yeniden tekneye biniyor ve Puerto Narino köyüne geçiyoruz. Buradaki ekolojik yaşam tarzı herhalde bizim uzaktan yakından ulaşabileceğimiz bir yaşam değil. Köyde sadece 2 araç bulunuyor; bir çöp toplama aracı, bir de ambulans. Enerji kaynakları sorumlu, yani sınırlı kullanılıyor. Tüm çöpler ayrıştırılıyor, kompost yapılıyor. Bir an acaba cenazelerini de kompost yapıyorlar mı diye aklımdan geçirsem de bu soruyu sormadım 🙂 Ama şunu net söyleyebilirim: Buradaki insanların doğa ile kesinlikle daha farklı bir ilişkisi var.

Nehrin sakinlerinden Pembe Yunuslar:

Puerto Narino’dan sonra tekrar nehrin sonsuzluğunda bu sefer de pembe yunusların izini sürüyoruz. Meraklı olmalarına karşın bize karşı biraz utangaç davrandılar diyebilirim. Sabırla bekledik ve nihayetinde bize yüzlerini gösterdiler. Pembe yunuslar aslında gri olarak dünyaya geliyorlar. Zaman içerisinde beslenmelerine, hareketliliklerine ve güneşe maruz kalmalarına bağlı olarak renkleri değişiyor. Kimisinde sadece pembe noktalar oluyor kimisi baya pembeleşiyor.

Pembe yunuslarla ilgili çeşitli rivayetler var. Bu rivayetlerden birine göre hava kararınca bu hayvanlar çapkın erkeklere dönüşüyor ve genç kızların aklını başından alarak onları hamile bırakıyor. Başka bir rivayete göre ise nehirde tek başına yüzmeye gidenler, pembe yunuslar tarafından kaçırılıp su altındaki büyülü bir şehre götürülüyor. Yerlilerin çoğu, pembe yunusları yarı büyülü varlıklar olarak kabul ediyor ve onlara zarar vermenin, kötü şans getireceğine inanıyor. Bu inançları sayesinde belki de bu özel canlıların korunması mümkün olabiliyor.

Victoria Amazonica

Nehir üzerinde, Leticia’ya 15-20 dakika mesafede, Victoria Amazonica doğal rezerv alanı bulunuyor. Burada suyun üzerindeki görkemli nilüferler, tüm ihtişamı ile insanın gözlerini kamaştırıyor.

Gelelim Leticia’ya

Öncelikle şunu söyleyelim; Leticia’ya karayolu ile ulaşım bulunmuyor. Buraya sadece uçak ya da tekne ile gelmek mümkün. Şehrin diğer bir özelliği de Brezilya ve Peru’ya olan yakınlığı. Şehrin bir noktasında yolu karşıya geçtiğinizde Brezilya’dasınız. Tekneye binip karşı kıyıya geçtiğinizde ise Peru’da. Pasaporta vs ihtiyaç yok.

Biz Amazon’u Kolombiya dışında bir de Brezilya’dan görelim dedik ve Tabatinga’ya geçtik. Araba ile 10 dakika gittikten sonra Amazon nehrinin kıyısındaydık.

Leticia’da görülesi ve yapılası şeyler:

Santander Parkı:

Gündüz aslında sıradan bir şehir parkı. Ama gün batımında iş değişiyor. Nitekim ormanda beslenmesini tamamlayan binlerce papağan dinlenmek ve kendine ağaç dallarında yer bulmak için bu parka geliyor. Parkın hemen yanıbaşındaki küçücük kilisenin tepesine çıkarsanız bu senfoni ve şölene daha iyi tanıklık edebilirsiniz.

Leticia Pazarı:

Yerel kültür hakkında fikir sahibi olmak İçin semt pazarlarının önemli olduğunu düşünüyorum. Balık ve sebze pazarının bu anlamda keyifli bir deneyim sunduğunu düşünüyorum.

Etnografya Müzesi:

Ücretsiz olarak gezebileceğiniz bu müzede, Amazon bölgesinin tarihi ve kültürü hakkında güzel bilgiler edinebilirsiniz.

Yol hikayeleri:

Bu genç Amazon’da yaşamını sürdüren ve kıyafet dahi giyinmeyen kabilelerden birinin mensubu. 2 yıl öncesine kadar ağaç, kabile üyeleri, hayvanlar ve nehir dışında bir şey görmemiş. 28 yaşında ilk kez araba, telefon, motor, televizyon, internet vs ile tanışmış, okuma yazma öğrenmiş.

Leticia’da tanıştığımız bu genç ile sohbet etmeye başlıyoruz. Çat pat bir İngilizcesi var. Film izleyerek dil öğrendiğini anlatıyor. 2 yıl önce Amazon’daki kabilesini geride bırakarak ve saatlerce nehirde yolculuk yaparak şehre gelmiş. “Benim bir oğlum var” diyor. “Aaa ailen Amazon’da mı kaldı, seninle birlikte şehre gelmedi mi?” diye soruyorum. “Benim oğlum annesiyle İsveç’te yaşıyor” diyor. Oğlunun kaç yaşında olduğunu soruyorum. 8 yaşında olduğunu söylüyor. Şaşırıyorum; hani bu insan Amazon’da dünyadan kopuk yaşıyordu diye aklımdan geçiriyorum. “Nasıl yaptın o çocuğu” diyorum, ciddi ciddi “benim için yapması zor olmadı” diye cevap veriyor 😂. Sormaya devam edince öğreniyorum ki, çocuğunun annesi bir araştırmacı ve 1 yıl kadar Amazon’da onlarla yaşıyor. O arada da ateş bacayı sarıyor herhalde… “Şehirde yaşayacak parayı nereden buluyorsun” diye soruyorum bu sefer. Parayı ailesinin verdiğini söylüyor. Yine “nasıl yani” oluyorum. Sonra öğreniyorum ki kabile Amazon’dan topladıkları meyveleri şehre satıyor. Ormanda paraya ihtiyaçları olmadığından hepsini oğullarına veriyorlar.

Amazon’a gitmeden önce yapılması gerekenler:

En az 2 hafta öncesinden Sarı Humma aşısı olmanız gerekiyor. Bunun şakası yok, zira tedavisi yok. Risk almaya değmez. Zaten girişte de aşı karnesi sordular. Sıtma için yola çıkmadan 2 gün önce hap almaya başlayabilirsiniz. Bu hapları 16 gün boyunca kullanıyorsunuz.

Nerde kaldık:

Lerticia turizm bakımından Peru ya da Brezilya kadar gelişmiş değil, kesinlikle daha bakir. O yüzden konaklama, yeme içme anlamında beklentinizi çok yüksek tutmayın. Biz Amazon B&B’de kaldık. Tertemiz ve sıcak bir ortamdı. Daha ne olsun.

Nerde yenilir:

Yemek konusunda Leticia beni baya sınadı. Çoğunlukla pilav dışında bir şey yiyemedim. Sonunda bana hitap eden bir mekan buldum. Hem çeşit çeşit bira vardı hem de yemekleri güzeldi. Sahibi de çok cooldu 🙂 Mekanın adı El Santo Angel.

Gittiğim her yeni yer kalbimdeki yerini bulup oraya yerleşiyor adeta. Amazon’un yerini bulması pek uzun sürmedi. Yaşattığın deneyim için teşekkürler 🙏

Bogota… Kolombiya’nın üzücü geçmişinin ve umut dolu geleceğinin simgesi

Kolombiya, Amazon Nehri’nden Yağmur Ormanlarına, çöllerinden tepesi kar kaplı dağlarına, altın renkli kumsallarından kıpır kıpır müziklerine kadar insanı şaşırtan ve “vay be” dedirten bir ülke. Tarihin en eski medeniyetlerinden Inkalara, Muiscalara, Taironalara ev sahipliği yapan bu toprakların geçmişi, 15 bin yıl öncesine dayanıyor.

16.yy’da İspanyollar tarafından sömürgeleştirilen ve 18.yy’da bağımsızlığına kavuşan Kolombiya, adını kaşif Christoph Colomb’tan almış olsa da Colomb’un adımını dahi atmadığı bir ülke.

La Candelaria’da Kolonyal İzler

Kolombiya’ya gittiğinizde uyuşturu ticareti ve çatışmalarla anılan ülkenin itibarına yapışan bu lekeleri temizlemek için çok çabaladığını hem görüyor hem de hissediyorsunuz.

Hayvanseverlikleri ve sokakların temizliği özellikle dikkatimi çekiyor. Kediler ve köpekler her yerde; uçakta, kilisedeki ayinde, dükkanlarda, restoranlarda… Ne onlardan korkan var, ne hayvan görünce ağızını yüzünü nefretle buruşturan… Sokaklarda neredeyse çöp yok, her yer tertemiz. Sıkça çöp ayrıştırma kutuları görüyoruz. Bu konudaki farkındalık ve bilinç oldukça yüksek. İnsanları güleryüzlü ve yardımsever. Herşeyden önemlisi neşeliler. Yolda kanalizasyon temizliği yapan emekçi bile telefonundan salsasını açmış, işini neşeyle yapıyor. Tehlikeli mi? Valla dünyadaki herhangi bir metropol ne kadar tehlikeliyse bence Kolombiya da o kadar tehlikeli. Dikkatli olmakta elbette fayda var ama kendimi oldukça güvende hissettiğimi söyleyebilirim.

Kolombiya’yı keşfetmeye Bogota’dan başlıyoruz. Bu şehrin, ülkeyi ziyarete gelenler tarafından haksızlığa uğradığını düşünüyorum doğrusu. “Dünyanın en yüksek 3. Şehri” ünvanını elinde bulunduran Bogota, 1538 yılında kurulmuş. Biraz cüretkar ve elegan, biraz cesur ve şık bir hali var kentin. Geçmiş ile gelecek arasında bir yerde konumlanmış gibi. Bir yanda kolonyal mirasın bekçisi La Candelaria’nın arnavut kaldırımlı yüzlerce yıllık sokakları, bir yanda kozmopolit ve elit bölgelerdeki cool ve modern yaşam tarzı. Bogota adeta Kolombiya’nın üzücü geçmişinin ve umut dolu geleceğinin bir simgesi.

Bogota’nın Barlar Sokağı. Yerel ne içilir derseniz, “fire water” olarak tanımladıkları Aguardiente

Bogota’da neler yaptık, neler gördük

Plaza Del Chorro Del Quevedo:

İspanyollar Bogota şehrinin temellerini bu küçük meydanda atmış. Buraya Isa’nın 12 havarisini temsilen 12 ev, bir Çeşme ve elbette bir kilise kurmuşlar. Bugün ise Plaza Del Chorro Del Quevedo özellikle Üniversite öğrencilerinin özgürce takıldığı, müzik yaptığı, bazen içmemeleri gereken şeyleri içtiği bir alan.

Bogota’nın ilk 12 evinden biri
İlk kilise

Monserrate Tepesi:

Denizden 3152 m yükseklikteki bu tepe, bir yandan tüm şehri ayaklarınızın altına seriyor bir yandan da muazzam doğa manzarası ile büyülüyor. Tepeye yaklaşık 1 saat 10 dakikalık bir yürüyüş ile çıkabileceğiniz gibi füniküler ya da teleferik ile de çıkabilirsiniz.

Tepede Hazreti İsa’nın çarmıha gerilişine adanmış bir kilise bulunuyor. Kiliseye ulaşıncaya kadar ise İsa’nın italya’da yapılmış bronz heykelleri size eşlik ediyor.

Yerliler tarafından kutsal kabul edilen bu alana kimileri çocuk ve şifa gibi dileklerde bulunmaya, kimileri ise sadece ibadet etmeye geliyor. Pazarları gün boyu ayinler yapılıyor, akın akın insanlar Monserrate’ye çıkıyor.

Kilisenin hemen arkasında turistik olduğunu düşündüğüm bir çarşısı var. Burada dilerseniz meşhur Coca çayından içebilirsiniz. Hem enerji veriyor hem de yükseklikle daha kolay başa çıkmanızı sağlıyor.

Çarşıdaki dükkanlardan sallama Coca çayı alabilirsiniz

“Aman burası da çok turistikmiş, ben bu çarşıya girmeyeyim” demeden ilerlerseniz, yerel hayatın lezzetli bir kesitine tanıklık edebilirsiniz. Nitekim çarşı biter bitmez sizi sadece yerellerin yemek yediği, yan yana dizili birçok restoran bekliyor. Bu geleneksel restoranlarda hiç yabancı görmedim diyebilirim.

Yerel restoranlar

Monserrate Tepesi’nin diğer bir özelliği de hıristiyanlığın empoze edilmesindeki rölü. İspanyollar buraya gelmeden önce, bu bölgede irili ufaklı birçok yerli topluluk yaşıyormuş. Bunların en önemlilerinden biri Muiscalar. Muiscaların en önemli tanrıları ise güneş tanrısı. Güneş bu tepenin ardında doğduğu için yerli kabileler yüzlerini dağa döner ve dini ritüellerini yerine getirirmiş. İspanyollar yerlilerin dağa taptığını düşünüp, Monserrate Tepesi’ne iki büyük haç dikmişler. Bugüne geldiğimizde Kolombiyalıların çoğunun koyu hiristiyan olduğunu söyleyebiliriz.

Bolivar Meydanı:

Bu meydan adını Kolombiya’ya bağımsızlık zaferini kazanan ilk başkanı Simon Bolivar’dan alıyor. Katedral, Ulusal Hükümet Binası, Belediye Binası, Adalet Sarayı ve Kongre Binası’nın bulunduğu Bolivar Meydanı, sadece Bogoto’nın değil Kolombiya’nın kalbi olarak nitelendiriliyor. Örneğin ülke çapındaki büyük protestoların nihai durağı bu meydan oluyor.

Meydanın orta yerinde Simon’un heykeli bulunuyor. Heykelin Simon’a benzer tek tarafı ise kafası 🙂 Nitekim heykeli yapan İtalyan sanatçı Simon’u hiç görmemiş ve 1,50’lik adamı bambaşka bir hale getirmiş.

Simon’a benzemeyen Simon heykeli

Botero Müzesi:

Kolombiya dediğimiz zaman aklımıza dünyaca ünlü 3 isim geliyor; Shakira, Gabriel Garcia Marquez ve elbette Botero.

Sanatçı 2000 yılında Merkez Bankası’na 200’ün üzerinde eser bağışlamaya karar veriyor. Botero Müzesi de işte böyle doğuyor. Sanatçı bu bağışı iki koşul ile yapıyor. Birinci koşul, eserlerin müzedeki konumlandırmasına kendisinin karar vermesi ve burada bir değişiklik yapılmaması. İkinci koşul ise müze girişlerinin herkes için ücretsiz olması. Müzede Picasso gibi sanatçıların da eserlerini görmek mümkün.

Resim ve heykellerinde kullandığı şişman figürlerle tanınan sanatçı, sanırım çoğumuza güzellik kavramını sorgulatıyor. Bunu neden yaptığını ise bir röportajında şöyle açıklıyor: “Şişman güzeldir, çünkü diğer insanların yüzünde hemen bir gülümseme yaratma kabiliyetine sahiptirler, sempatiktirler. Bu yüzden resimlerimde şişman figürleri kullanıyorum”

Botero’nun Mona Lisası

Peki Bottero’nun en büyük hayali sanatçı olmak mıydı? Hayır. Onun asıl hayali matador olmaktı, ta ki bir boğa ile göz göze gelene kadar 🙂

Altın Müzesi:

Müzede ispanyollar öncesi döneme ait 33 bin eser bulunuyor

Bogota müze bakımından oldukça zengin bir şehir. Hiçbir müzeye gitmeseniz de Altın Müzesi’ne mutlaka gidin derim. İspanyollar öncesi kültür hakkında size baya ışık tutacaktır. Ben size şu kadarını söyleyeyim. İspanyollar öncesi dönemde altının oradaki yerel halk için hiçbir kıymeti yok. Hatta tuz altından daha kıymetli ve altınları tuz ile takas ediyorlar çünkü günlük hayatlarında tuzun önemli işlevleri var. Örneğin yiyeceklerin bozulmaması için tuz kullanıyorlar, yaralara tuz basarak iyileştiriyorlar. Altının ise böyle bir işlevi yok. Altın, rengi güneşe benzediği için ve yerliler güneşe taptığı için sadece dini ritüellerde kullanılıyor. İspanyollar için tabi durum farklı. Onlar altın uğruna çok can yakıyor. Örneğin, El Dorado efsanesinin peşinden Guatavita gölüne gidiyorlar. Altınların bu suların altında olduğuna inanıyorlar. Gölün suyunu boşaltmak için yerlileri gölün etrafına topluyor ve onları gölün suyunu kap kap içmeye zorluyor. Gölün suyunu bu şekilde boşatmak için yerliler yeterli olmayınca bu sefer Afrikalı köleleri getirip aynısını onlara yaptırsalar da El Dorado’yu bulamıyorlar. Bununla birlikte bugün bile Guatavita gölü gizemini koruyor. İspanyolların ülkenin altınlarını nasıl sömürdüğünü ise sanırım uzun uzun yazmaya gerek yok; baya bir zulüm etmişler…

El Dorado efsanesinin dini bir ritüel kaynaklı çıktığı düşünülüyor.

Nerede kaldık:

Otel Opera

Hava durumu:

Valla Bogota’nın havasına güven olmaz 😅 Yanınıza mutlaka bir çeket, hırka, sweatshirt, yağmurluk filan alın.

Yeme içme:

İmkanınız varsa şehrin 45 dakika uzağındaki Andres Carne de Res’e gidin. Oraya gidemezseniz de bizim gibi şehirdeki minik şubesine gidin.

Bi de sokaklarda satılan mısırlarından yiyin derim.

Ulaşım:

Über yasal değil ama ulaşımınızda yine de mutlaka Über tercih edin 🙂

Pandemide elimizden birçok şey alındı; sosyalleşmek ve seyahat etmek de bu listenin en başında yer alıyor. Kolombiya, elimden alınanları yerine geri koymak ve kaybettiğim zamanın boşluğunu doldurmak için güzel bir başlangıç oldu. Nefesimi kesen Amazon ve Cartagena yazıları da pek yakında geliyor.

Servet, açgözlülük ve tatmin üzerine…

Bir gün dünyanın önde gelen bilyonerlerinden biri, Shelter adasında büyük bir parti veriyor. Davetliler arasında ünlü yatırımcı şirketlerden birinin kurucusu John C. Bogle Vanguard ve 20. yüzyılın en önemli edebi eserlerden biri olarak nitelendirilen Catch 22’nin yazarı Joseph Heller da bulunuyor. Vanguard, Heller’a dönüyor ve şöyle diyor: “Senin Catch 22’den ömrün boyunca kazandığın parayı, bu adam her gün kazanıyor”. Heller hemen cevap veriyor: “Evet; ama bende onda hayatı boyunca olmayacak olan bir şey var; tatmin!”

Evet; bazı insanlar yeteri kadar paraya sahip olup bundan mutlu olurken, bazılarının hiçbir zaman yeterince parası olmuyor. Bu insanlar, hayatta yapmak istedikleri her şeye yetecek bir servete sahiptir aslında. Çoğunun havalı ünvanları, ünvanlarından aldıkları güçleri ve itibarları da vardır… ama ne kadar çok şeye sahip olsalar da bu onlar için yetersizdir; onların gözü hep daha yukarılardadır. Onlar sahip olmadıkları ve aslında ihtiyaçları olmayan bir şey için, sahip oldukları her şeyi riske edebilecek insanlardır. Rajat Gupta da işte bunlardan biridir. Bazılarınıza bu isim tanıdık gelecek bazılarınıza ise hiçbir çağrışım yapmayacaktır. Ama bunun aslında pek de bir önemi yok. Önemli olan bence Gupta’nın ibretlik hikayesidir.

Rajat Gupta, orta halli bir ailenin çocuğu olarak Hindistan’da dünyaya gözlerini açıyor. 18 yaşına gelmeden ise yetim kalıyor. Zekasından şüphe duyamayacağımız Gupta’nın Hindistan’da başlayan hayat yolculuğu Harvard Business School’da devam ediyor. İş dünyasının başarılı isimleri arasındaki yerini alması ise çok da uzun sürmüyor. Ünlü danışmanlık şirketi Mc Kinsey’in ilk yabancı kökenli CEO’su oluyor, P&G ve Goldman Sacks gibi birçok şirketin yönetim kurulunda görev alıyor, Birleşmiş Milletler’de konuşmalar yapıyor ve elbette hayırseverlik yapmaktan geri kalmayarak, bir dönem Hintlilerin gurur kaynağı oluyor. Serveti 100 milyon dolara yakın bir seviyedeyken ise kendini açgözlülüğün kollarına bırakıyor. Nasıl mı? Küresel mali kriz sırasında Goldman Sacks zorlu bir dönemden geçerken, Warren Buffet bankayı kurtarmak için şirkete 5 milyar dolar yatırım yapmaya karar veriyor. Yönetim kurulu üyesi olması itibari ile Gupta bu bilgiye herkesten önce sahip oluyor ve bunu bir hedge fon yöneticisi olan yakın arkadaşı ile paylaşıyor. Arkadaşı da elbette hemen banka hisselerini topluyor ve ikili ciddi bir miktarda haksız kazanç elde ediyor. Bu kadar zeki bir insan, böylesi bir aptallığı nasıl yapar diye düşünmekten insan kendini alamıyor doğrusu. Elbette üzerinden çok geçmiyor ve foyaları ortaya çıkıyor. Gupta ve arkadaşı hakkında işledikleri bu suç nedeniyle soruşturma açılıyor. İkili para ve hapis cezasına çarptırılıyor. Gupta, ihtiyacı olmayan bir para için, sahip olduğu her şeyini; yasal yollarla kazandığı parasını, itibarını, özgürlüğünü kaybediyor. Gupta’nın bu hikayesi bence tatmin, yeterlilik ve durmayı bilmek ile ilgili önemli bir ders niteliğinde. Elbette ekstrem bir örnek ama dönüp kendi hayatımıza bakmak için de iyi bir vesile: Hayatınızda her şeyden yeteri kadar olduğu halde, iş yerinde daha fazla yükselmek, daha çok para kazanmak, daha güçlü olmak için riske ettiğiniz şeyler oluyor mu? Servet, ünvan, itibar, güç uğruna çocuklarınızın büyüdüğünü kaçırıyorsanız, sevdiklerinize ayıracak vakit bulamıyorsanız veya size keyif verecek bir hobiniz hiç olmadıysa, hayatınızı hep iş ve işe dair konular kaplıyorsa, sahip olduğunuz birçok şeyi riske atıyorsunuz demektir.

Bazı insanlar çok fakirdir; onların sadece parası vardır.*

Onlardan biri olmamanız dileği ile…

Zamanda kaybolmuş bir ülke; Küba

Karayipler’de, Meksika Körfezi’nin hemen girişinde yer alan Küba, katkısız suları, kuru esen rüzgarı, yemyeşil doğası, devrim öncesi zengin Amerikalıların ardında bırakıp gittiği eski Amerikan arabaları ile adeta zamanda kaybolmuş gibi. Eşitsizliğe kafa tutan karizmatik halk kahramanı Che’nin, devrimin ikonu haline gelen Fidel’in ülkesinde, puronun kokusu sokakları sarıyor, Salsa ve Rumba’nın ritmi ise insanın tüm duyularını harekete geçiriyor. Bakımsız ama bir o kadar renkli sokaklarda Hemingway’in ayak izleri sürülüyor, Rom’un tadına ise doyum olmuyor.

Cuba camasir-302631__340

Sıkça devrim ve ambargo ile anılan Küba, ekonomik ve kültürel yapısı ile gezginlerin merakını uyandırıyor ve bu sebeple de halen “dünyada en fazla seyahat edilmek istenen ülkeler” listesinin başını çekiyor.  Kristof Kolomb’un keşfine kadar Taino halkına ait bu topraklar, mutluluk maskesinin ardında aslında hüznü, acıyı ve isyanı da barındırıyor.

havana-1995035_960_720

Tarihin sayfalarında yolculuk

“İnsan gözünün görüp görebileceği en güzel yer”

Kristof Kolomb

 

Kristof Kolomb’un Küba’yı keşfetmesi ile Taino halkının soyu tükeniyor

Aslında İspanyollar, yerli halkı yok etmeyi amaçlamıyor. Nitekim Kraliçenin Kristof Kolomb’a verdiği mektupta “Bulduğun her yer İspanya’nındır ve oradaki tüm yerliler İspanyol vatandaşıdır” yazıyor. Ne var ki, yerlilerin “güneşi getirenler” olarak tanımladığı İspanyollar, Avrupa’dan çiçek hastalığını da beraberinde getiriyor. Bağışıklık sistemi buna dayanamayan Taionların sonunu işte bu hastalığın getirdiği sanılıyor.

Küba’nın siyahi nüfusu kölelikten geliyor

İspanyollar, işgal ettikleri bereketli ada toprağının elbette etinden suyundan faydalanmak istiyor. Gemilerinde birer papaz bulunduran ve yerli halka ‘Tanrı’nın kelamını yaymaya’ geldiklerini söyleyen İspanyollar, adaya şeker kamışını getiriyor ve tarım yapmak için yerleşkeler, başka bir deyişle şehirler kuruyor. Ölümcül hastalıkla mücadele eden yerlileri tarımda ve madenlerde çalıştıramayacaklarını anlayan İspanyollar, çareyi adaya köle getirmekte buluyor ve Küba böylelikle köleliğin merkezlerinden biri haline geliyor. 1868 yılında köle ticaretine son veren bu ada ülkesi, oluşan işgücü açığını kapatmak için bu sefer de Çin’den sözleşmeli işçi getiriyor. Bugün Küba’da hiçbir biçimde ırkçılığın olmaması sevinç verici.

Rom: Köleliğin Gözyaşı

Imany’nin o kadife sesi ile söylediği gibi, Afrika, gerçekten de kırılmış bir kalbin şekline sahip (Shape of a broken heart şarkısını dinleyin hadi).

Tarımda çalıştırılmak üzere adaya getirilen köleler, ölmemek için enerjiye ihtiyaç duyuyor. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için ise şeker kamışını işlemeye başlıyor ve böylelikle eski ismi “Köleliğin Gözyaşı” olan romu yaratıyorlar. Anlayacağınız Küba’nın şeker kamışı tarlalarında, avlanan, boyunlarına zincir vurulan, ağızlık takılan, tasmalanmış kölelerin kanı bulunuyor.

İngilizlerin Havana’yı işgali

İspanyollar, Küba üzerinden çok gelir elde etmeye başlıyor. Her ne kadar gelirin bir kısmı İngiltere ve Vatikan’a gitse de, Havana’nın ticari ve stratejik konumu İngilizleri rahatsız etmeye başlıyor. İngilizler, İspanyolların ticaret yollarını kesmek için Havana’yı işgal ediyor. Malların değerini düşürmemek için İspanyolların uyguladığı ve korsancılığın doğmasına da neden olan kota sistemini kaldırıyorlar. Serbest ticarete açılan Havana, böylelikle gelişmeye başlıyor. Ancak İngilizlerin Havana’yı işgali uzun sürmüyor. 8 ay sonra Florida’ya karşılık Havana yeniden İspanyolların oluyor.

Küba, milli bilinci olmadığından Latin Amerika’da bağımsızlığını ilan eden en son ülke oluyor

Küba’nın İspanyollara karşı bağımsızlık mücadelesi, 1868’de 10 yıl savaşları ile başlıyor ve 1895 yılında ABD’de gazetecilik yapan, Küba asıllı şair Jose Martin’in sürgündeki muhalif grupları bir çatı altında toplaması ile devam ediyor. Başarılı olmaya çok yakın olan bu direniş, 1895 yılında, Guantanamera şarkısının da söz yazarı olan Jose Martin’in bir çatışmada ölmesi sonucunda yarım kalıyor. İspanyollardan rahatsız olmaya başlayan ve Meksika körfezinde batan bir gemilerini bahane göstererek, İspanyollara savaş açan Amerika, birkaç ay içerisinde bu savaşı kazanıyor ve Küba’nın 1902 yılında İspanyollardan kurtulmasına vesile oluyor. Küba ne var ki iç ve dış işlerinde bu sefer de Amerika’ya bağlı hale geliyor. Fidel’in “Küba’nın kalbindeki hançer olarak” tanımladığı Guantanamo üssü işte bu dönemde yıllık 4661 USD kira karşılığında Amerika’ya veriliyor (Küba, bu bedeli 1959’daki devrimden bu yana almayı reddediyor). Sözde bağımsız ülkenin başına Jose Miguel Gomez  geçiyor. Amerika, Küba’ya deli gibi yatırım yağdırmaya başlıyor. Ne var ki yatırım bir tek Havana’ya yapılıyor. Kumar, fuhuş, içki, mafya derken Küba, Amerika’nın eğlence merkezi (!) haline geliyor. Örneğin 1930’lu yıllarda Havana’da 30 bin hayat kadının olduğu söyleniyor. Havana adeta bir ‘Günahlar Cenneti’ne dönüştürülürken, ülkenin geri kalanında yoksulluk, sefalet ve hastalık hüküm sürüyor. 1929 yılında Amerika’da ekonomi çöküyor. Kendi derdine düşen Amerika, Küba’ya yatırımları durduruyor. Ülkede kaos ortamı oluşuyor, isyanlar baş gösteriyor. Halkını yönetemeyen bir iktidar Amerikalıların elbette hoşuna gitmiyor. 1933 yılında, ülkeyi 10 yıl geriye götüren ve aralarında ünlü diktatör Batista’nın da bulunduğu bir askeri darbe yapılıyor ve Küba 1942 yılına kadar asker tarafından yönetiliyor. Bu süre zarfında kendini toparlayan Amerika, yeniden para musluklarını açıyor ve Küba’da belirli bir kesimi zenginleştiriyor. 1942 yılında yapılan seçimlerde Batista, askerliği bıraktığını açıklıyor ve aday oluyor. Sosyalistlerle birlikte girdiği seçimi kazanıyor. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Amerika’dan para akışı yeniden duruyor. Batista ülkeyi yönetmekte zorlanıyor ve ülke bir kez daha ekonomik kaosa sürükleniyor. Batista, tahmin edebileceğiniz üzere yenilenen seçimleri kaybediyor. Grau iktidarı ile birlikte tablo daha da vahim hale gelmeye başlayınca halkın politik bilinci yükseliyor; özellikle Üniversitelerde bazı hareketlenmeler başlıyor. İşte o dönemde Fidel siyaset sahnesindeki yerini etkin bir şekilde almaya başlıyor. Derken Batista, Amerika’nın desteğini arkasına alarak, ülkedeki ikinci darbeyi yapıyor, partileri ve baş belası olarak gördüğü üniversiteleri kapatıyor. Halk için her şey, her geçen gün daha kötüye gidiyor. Diktatör Batista’nın iktidarı, 1959’daki Halk Devrimi ile son buluyor. Amerika karşısında diz çökmeyen Fidel’in, Batista orduları tarafından şeytan olarak adlandırılan korkusuz Che’nin, devrim ve devrim sonrasının ayrı bir yazı hak ettiğine inandığım için Küba tarihine gelin burada bir ara verelim ve Küba’daki sosyal hayata şöyle bir göz atalım 🙂

Küba’da sosyal hayat

  • Kübalı olunmuyor, Kübalı doğuluyor. Bunun tek bir istisnası var; o da Che.
  • Kübalılık anneden geçiyor. Yani babanız Kübalı, anneniz yabancı ise Kübalı olamıyorsunuz.
  • Devlet, her Kübalı’ya barınma imkanı sağlıyor. Fidel döneminde ev ya da araba satın almak mümkün değilken, Raul döneminde zorunlu bir reform yapılarak, mülkiyet kanunu çıkarılıyor. Kanunun çıktığı dönemde halkın %90’ı oldukça pahalı olmasına rağmen oturduğu evi satın alıyor. Böylelikle Küba, Amerika’daki Kübalıların parasını ülkeye çekmeyi başarıyor. Sokaklarda göreceğiniz P plakalı araçlar da şahıslara ait araçlardır.
  • Yapılan reformlarla birlikte Kübalıların günümüzde küçük ticarethaneler açmasına izin veriliyor, ancak bunun da birçok koşulu bulunuyor. Örneğin dükkanınızda satacağınız her şeyi devletten satın almak ve devletin belirlediği fiyattan satmak zorundasınız.
  • Çalışan her Kübalı devletten yaklaşık 30 cup maaş alıyor. Eğer doktor veya avukatsanız bu en fazla 40 cup oluyor. Aradaki makasın açılmasına müsaade edilmiyor.
  • Ülkede 2 çeşit para birimi bulunuyor. Biri yerlilerin kullandığı cup, diğeri turistlerin kullandığı cuc. Turistler için ülkede her şey pahalı, benden söylemesi.
  • Bahşiş talep etmek konusunda çok ısrarcılar. Bir noktadan sonra bunalabilirsiniz.
  • Anne karnına düştüğü andan itibaren her Kübalının bir gıda karnesi oluyor. Devlet, halkın rom ve tütününü bile belirli oranda veriyor. Karne ile aldıklarının yetmemesi durumunda yerlilere özel, turistlerin alışveriş yapamayacağı marketlerden çok ucuza alışverişlerini yapabiliyorlar.
  • Ülkede belirli miktarda elektrik ve su kullanımı da bedava, ancak size verilen limiti aşmanız halinde evinize denetime geliyorlar.
  • Eğitim ve sağlık hizmetleri bedava.
  • Seyahat serbestliği var ancak çok pahalı olduğundan pek kimse yerinden kıpırdayamıyor
  • Komşuculuk çok önemli, yardımlaşma üst seviyede var.
  • Çok güvenli bir ülke ve halkı iletişime çok açık.
  • İnternet çok kısıtlı. Genelde otellerin ortak alanlarında ve bazı parklarda bulunuyor. Yararlanmak için saatlik internet kartları satın almalısınız. Çok iyi çekmediğini de söylemeden geçmeyeyim. Aslında dijital detoks yapmak için çok iyi bir fırsat!
  • Kadın erkek eşitliği var. Kadınlar, hayatlarını son derece özgür yaşıyor.
  • 1959 Devrimi, Batista rejimine karşı yürütülen bir kurtuluş savaşı. Sosyalizm Küba’ya devrimden ancak 2 yıl sonra geliyor.
  • Ülkede 5 yılda bir seçim yapılıyor. Ne seçimi diye soracak olursanız, şöyle özetleyeyim: 5 yılda bir mahallelerden toplam 3500 delege seçiliyor. Bu delegeler arasından bir merkez komitesi seçiliyor. Merkez komitesi de devlet başkanını seçiyor. Küba’da seçimlerde sandıkları çocuklar bekliyor 🙂

Bir politik içki; Cuba Libre

Özgür Küba anlamına gelen Cuba Libre içkisinin politik bir manasının olabileceğini hiç düşünmüş müydünüz? Amerikan Colası ile Küba Romunun karışımından yapılan içkide Romun üzerine Cola’yi döktüğünüz zaman Amerikan Colası dibe çöküyor ve Küba Rom’u, Amerikan Cola’sının üzerindeki yerini alıyor. İşte içkinin politikliği de buradan geliyor.

cuba-libre-2524121__340

Bu arada hemen bir not ekleyeyim; Kübalılar için şeker kamışı Küba’da yetişmemiş hiçbir rom, rom değildir!

Gezilecek Yerler

Havana

Küba’nın Gaudisi – Fusterlandia

Fusterlandia, Kübalı sanatçı Jose Rodriguez Fuster’in eseri. Fransa’dan Hindistan’a kadar dünya çapında 600’ün üzerinde sergiye katılan Fuster, 20-30 yıl önce Avrupa’ya yaptığı bir seyahat sırasında, İspanya’da Gaudi ve Picasso’dan, Romanya’da ise Brancusi’den etkileniyor. Onlardan aldığı ilham ile ana vatanına döndüğünde, kendi dünyasını inşaa etmeye karar veriyor. Sanatçı, ahşap ve küçük evini yavaş yavaş seramikten oluşan bir harikalar diyarına dönüştürüyor. Ortaya çıkan manzara karşısında büyülenen komşuların çoğu, kendi evlerini de Fuster’in hünerli ellerine teslim ediyor. Sıradışı tasarıma sahip bu mahallenin yarısı bugün mozaiklerle kaplı.

Sanat sokakta – Hamel Meydanı

Callejon de Hamel, çoşkulu ruhunu, Kübalı sanatçı Salvadore Gonzales’in yaratıcılığına borçlu. Havana’nın, klasik Amerikan arabalarından, Rumba’dan, puro ve romdan ibaret olmadığını ıspatlamak istercesine, bu sanat sokağında eski bir küvetin ya da tuvaletin nasıl sanata dönüştürüldüğüne şahit olabilirsiniz. Pazar günleri ise misafirlere, müzik ve dans ziyafeti çekiliyor. Anlayacağınız, yaratıcılık, ambargo tanımıyor.

Che’nin çalışma ofisi

Çocukluğundan itibaren ağır astım hastası olan Che’nin hastalığı, devrim sonrasında iyice kötüleşiyor. Havasının ona iyi geleceği düşüncesi ile kendisine verilen ofisin hemen girişinde, anne ve babasına, Meksika’daki hapishaneden yazdığı mektupta yer alan şu cümle yer alıyor:

“ Hikmet’in dediği gibi, bundan sonra ölümümü bir hüsran olarak görmem, yalnız yarım kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim”.  Hikmet ile kast ettiği, tahmin edeceğiniz üzere Nazım Hikmet.

Malecon

cuba malecon -2662037__340

Nice ressama, şaire, fotoğrafçıya ilham olan Malecon, okyanusu şehirden ayıran 8 kilometrelik bir duvara sahip. Güneşin doğuşu da batışı da burada ayrı bir güzel.  Enfes fotoğraflar çekebileceğinizi söylemeye sanırım gerek yok J Yerlilerin favori buluşma mekanlarından biri olan Malecon’da, her yaş gurubundan insan elinde içkisi ile keyif yapıyor, müzik eşliğinde dans ediyor, dostları ile saatlerce sohbet ediyor ya da sevgilisi ile romantik romantik takılıyor…

Devrim Meydanı

Fidel Castro’nun tarihi konuşmalarına tanıklık eden Devrim Meydanı, Küba’nın önemli sembollerinden biri. 1 Mayıs yürüyüşleri burada sona eriyor, 26 Temmuz’da çok sayıda Kübalı bu meydanda toplanıyor. Jose Martin anıtına ev sahipliği yapan Devrim Meydanı’nda bulunan İç İşleri Bakanlığı binasının üzerinde halk kahramanı Che’nin, İletişim Bakanlığı binasının üzerinde ise devrimin dört atlısından biri olan ve Che’nin oğluna ismini verdiği Camilo Cienfuegos’un silueti yer alıyor.

Devrim Müzesi

Eski başkanlık sarayı olan müzede, Batista rejimin zalimliğini gözler önüne seren işkence aletlerinden, giysilere ve döneme ait fotoğraflara kadar birçok şey sergileniyor. Küba tarihi hakkında bilgi edinmiş olarak giderseniz, gördüklerinizi daha iyi anlamlandırabilirsiniz. Müzenin dışında ise efsanevi Grandma teknesini görmeniz mümkün.

Morro Kalesi

Havana körfezinin hemen girişinde yer alan ve İspanyollardan hatıra kalan Morro Kalesi’nde kısa bir mola verip, güzel bir manzaraya karşı fotoğraf çektirin.

Hemingway’in izinde

Ernest Hemingway, Küba’ya ilk kez 1928’de kısa bir ziyaret için geliyor ve Küba’ya olan sevdasını, karısına yazdığı bir mektupta şöyle dile getiriyor:  “Son zamanlarda kendime hayatımın geri kalan günlerinde ne yapacağımı soruyordum. Şimdi yanıtını biliyorum: Küba’yı anlamaya çalışacağım” Hemingway, 1933’te eski Havana’nın tam merkezindeki Ambos Mundos otelinin 511 numaralı odasına yerleşiyor. Bu oda onun “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u yazmaya başladığı yer oluyor ve günümüzde müze olarak kullanılıyor. 20 yılını bu ülkede geçiren Heminway’in kendisi ile değil ama heykeliyle El Floridata barında buluşmayı düşünün derim. Burası Hemingway’in hergün, yazı yazmayı bitirdiğinde geldiği ve Daiquiris’ini içtiği bar.

Meydanlar

Plaza de Armas Meydanı, San Fransisco Meydanı gibi Havana’nın tüm meydanları gezmeye değer. Meydan geziniz sırasında Escorial Cafe’de kahve, Factoria plaza vieja cervezas y maltas’da da bira için derim 🙂

Pınar Del Rio

Pinar del Río, dünyanın en iyi tütününün yetiştiği yer olmasıyla ünlü. Cohiba, Partagás, Montecristo, Romeo y Julieta, Hoyo de Monterrey gibi en iyi Küba puro markaları, bu bölgede yetişen tütünleri kullanıyor. Pinar del Río sınırları içerisinde, adanın en popüler turistik bölgesinden biri olan Viñales Vadisi buluyor. Unesco’nun dünya kültür mirası listesindeki bu ikonik vadi, adeta bir Jurassic Park. Bu bölgeyi bir tur ile geziyorsanız, büyük olasılıkla sizi Benito’nun Çiftliği’ne götüreceklerdir.

Bana kalırsa fazlasıyla turistik. Bununla birlikte çiftlikte tadına bakıp satın alabileceğiniz kahve gayet güzel. Kendileri için sardıkları purolardan da uygun fiyata temin edebilirsiniz. Tütünleri elbette fabrikalara giden tütünler kadar kaliteli değildir ama sonuçta Küba’dasınız; ne kadar kötü olabilir ki 🙂

Bölgedeki diğer bir oldukça turistik aktivite de Cueva Del Indio mağarasında bir nehir gezintisi yapmak. Mağara her ne kadar ilginç olsa da 10-15 dakika süren bir nehir gezisi için onca zaman ayırmaya değer mi emin değilim.

.

Gelelim bölgedeki Mural de la Prehistoria’ya. Frida Kahlo’nun eşi Diego Rivera’dan esinlenen ve bir zamanlar Küba Bilimler Akademisi’nin haritacılık Direktörü olan Leovigildo Gonales, 1961 yılında insan evrimini sembolize eden bir tasarım yapıyor. Bu tasarım, yüksekliği yaklaşık 120 m, genişliği ise 180 m olan bir kayanın üzerine, 18 ressam tarafından tam 4 yılda yapılıyor. 2 futbol sahası büyüklüğündeki bu resme karşı alın elinize bir Pina Colada ve yayılın çimenlere 🙂

Cienfuegos

Kübalılar buraya “Güeyin incisi” diyor. Simetrik sokakları ve Neoklasik tarzı ile diğer Küba şehirlerinden oldukça farklı bir görsel şölen sunuyor. Dönemin İspanya kralının emrindeki bir Fransız tarafından kurulmasının şüphesiz bunda bir etkisi bulunuyor. 2005 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan bu kent, müzisyen Benny More’un da doğduğu yer. Burada mutlaka görün diyeceğim yer, Jose Martin Parkı’nın tam karşısında yer alan Tomas Terry Tiyatrosu. İç mimarisine bayılacağınıza eminim…

Trinidad

trinidad-3930039_960_720

Kolonyal mimarinin en iyi korunduğu yerlerden biri. Kendinizi ara sokaklara atın, evlerin içine göz atın ve La Canchanchara barda, devrim askerlerine güç verdiğine inanılan rom, limon, bal ve sudan yapılan meşhur içkiden için.

Santa Clara

Santa Clara, devrime izlerini kazıyan, belki de devrimin en çetin şavaşlarından birine sahne olan yerdir. En büyük zaferini burada kazanan Che’nin ve 37 yoldaşının ededi istirahatta bulunduğu anıt mezarın buraya inşaa edilmesi işte tam da bu yüzdendir. Dev Che heykelinin önünde de elbette en güzelinde bir fotoğrafınız olsun.

Varadero

Deniz, kum ve güneş işte… Aslında Küba ile bir ilgisi yok. Bence tam bir vakit kaybı. Çok mu acımasız oldum 🙂

Ben Küba’ya ilk 2000 yılında gitmiştim. 19 yıl aradan sonra yaptığım ve 1 Mayıs kutlamalarına denk gelen bu ikinci seyahatte ülkeyi oldukça değişmiş buldum. Gençler daha fazla özgürlük istiyor, para oldukça fazla seviliyor, vs… Küba’yı görmek gibi bir arzunuz varsa, elinizi çabuk tutun derim… Zira bence değişim kapıda.

Bu seyahatte birlikte olduğum Yol Dostları’na ve verdiği doyurucu bilgiler için Haluk Işıkmen’e çok teşekkürler.

Yaşamı güzelleştirmeye geldik…

Başkaları tarafından onaylanmayı bazen fazlasıyla önemsemiyor muyuz sence de?

“Ne kadar iyi bir insansın”, “Çok iyi bir annesin”, “Şahane bir dostsun”, “Allah için çok iyi bir evlatsın” sözlerini duymak ve başkaları tarafından sevilmek, taktir edilmek için kendimizi çoğunlukla feda ediyoruz. Oysa bu dünyaya başkalarının istediği şeyi yapmaya değil, ‘YAŞAMI GÜZELLEŞTİRMEYE’ geldik. Bu duygu ile hareket ettiğimizde ve bunu başardığımızda, en büyük taktiri önce kendimizden, sonra da zaten etrafımızdan alırız.

Bugün bir alıştırma yapalım hadi. Her gün yaptığınız/yapmak zorunda (!) olduğunuz işlerin bir listesini çıkarın. Sonra da her bir maddenin yanına o işi neden yaptığınızı yazın. Kaç tanesi sizin kendi değerlerinizle ve ihtiyaçlarınızla örtüşüyor? Katlandığınız zorluklar, sıkıntılar buna değiyor mu? Değmiyorsa, o işi yapmayı bırakın gitsin 😬

Kendimizi gereksiz tüm yüklerden hafiflettiğimiz bir gün olsun. Zira o yükler, yüzümüzün gülmesine engel 🙂

Liste için şuraya bir örnek bırakıyorum 🙂

Her gün en az 1,5 saatimi, kar, kış, sıcak demeden çok sayıda sokak köpeğine mama ve su taşımak için kullanıyorum. Fiziksel olarak beni oldukça zorlayan bu işi yapıyorum çünkü hiçbir canlının aç uyumaması gerektiğine inanıyorum, yaşam hakkını önemsiyorum. Hayvanları çok seviyorum; onların tok ve sağlıklı olduğunu bilmek, bana huzur ve mutluluk veriyor. Bu yüzden çektiğim tüm sıkıntılara değer ❤️

Kendimizi (de)motive etmenin 1 yolu var!

Bu yazıyı okuyan herkes, eminim ki zaman zaman ‘kendi kendine’ konuşuyordur. Endişelenmeyin; kendi kendine konuşmak, son derece doğal ve düşünceler doğru yönetildiği sürece sağlıklı bir öz değerlendirme olarak kabul ediliyor 🙂 Bu arada baştan söyleyelim; ‘kendi kendine konuşma’ derken, çocukluk dönemlerinde oyun oynarken yaptığınız konuşmalardan ya da örneğin “Kim Milyoner Olmak İster” yarışmasında soru sorulduğunda, düşüncelerinizi kendi kendinize sesli olarak dile getirmenizden bahsetmiyoruz. Zira bu tür diyalogların, düşüncelerimizi düzene sokmaya yardımcı olduğunu ve konsantrasyonumuzu artırdığını günümüzde artık net olarak biliyoruz zaten. Bizim konumuz daha çok içsel konuşmalarımızla ve bu içsel konuşmalarımızın, motivasyonumuz ve mutluluğumuz üzerindeki etkileri ile ilgili. 

Olumlu içsel konuşmalarımız, tahmin edeceğiniz üzere bizi motive eder. Ama bir de olumsuz içsel konuşmalarımız var ki, bırakın demotive etmeyi, yaşam sevincimizi dahi elimizden alır. Kafamızın içinde bıdı bıdı konuşan bir ses, hiç yaşanmamış şeyler için bizi endişelendirir, kendimizi küçümsememize, yargılamamıza ya da kendimizi başkaları ile kıyaslamamıza neden olur. Bu durum bizi sinsice bir acı döngüsünün içine çeker. Diyelim herhangi bir konuda harekete geçmemiz gerekiyor. Kafamızın içerisinde sürekli olarak yetersiz olduğumuzu söyleyen bir ses varsa , hayatımızdaki tüm kararları yetersizlik ve değersizlik duygusu ile vermeye mahkum oluruz; hayallerimizi sürekli olarak erteler, fırsatları kaçırır ve hatta hak ettiğimiz bir şeyi talep edemez ya da emeğimizin karşılığını alamaz hale geliriz.  

Hayatımızı cehenneme çevirme potansiyeline sahip bu olumsuz içsel konuşmaların, çeşitli nedenleri vardır. Bunlardan biri, kuşkusuz anne ve babalarımızın bizi yetiştirme şekli ve içinde büyüdüğümüz çevre ile yakından ilgilidir. Bununla birlikte ilkel beynimizin bizi tehlikelerden koruma ve hayatta tutma dürtüsünü de görmezden gelemeyiz. Beynimiz bize olumsuz düşünceler sunarak, aklınca bizim için bir koruma kalkanı oluşturur. Peki mutluluğumuzu sınırlandıran bu olumsuz içsel konuşmalarla nasıl başa çıkacağız? Öncelikle düşüncelerimizin “biz” olmadığını bir netleştirelim. Kafamızın içinde bir “ben” vardır, ama o ben biz değilizidir. Başka bir deyişle; içimizdeki ses “yanlış karar verdin, çok aptalsın” dediğinde aptal değilizdir. Beynimiz, sadece düşünmemiz için bir mantık üretmiştir, o kadar! Kafamızın içindeki o sese tıpkı Eckhart Tolle gibi bir “Düşünür” olarak bakabilirsek ve kafamızın içindeki olumsuz düşüncelere güç vermeden, onları dönüştürebilirsek, beynimize patronun kim olduğunu gösterebiliriz.

Negatif içsel konuşmalardan arınma yöntemlerinden biri, olumsuz düşünceyi soruya dönüştürme tekniğidir. İçinizdeki ses örneğin “Bunu asla başaramayacaksın” dediği anda, kendinize hemen “Bunu başarmak için ne yapabilirim” diye sorun. Unutmayın; neye odaklanırsanız onu büyütürsünüz…

Acı döngüsünü kırdığımız bir hafta olsun!  

 

 

İletişimde 6 kelime kuralı

Söyleyeceğiniz önemli bir şey olduğunda “eteğin minisi, sözün ise kısası makbuldür” lafını hatırlayın ve uzun söylemlerden kaçının 🙂

Bir rivayete göre Ernest Hemingway birkaç yazar arkadaşı ile birlikte New York’ta bir restoranda takılıyor. Ondan bundan konuşurken, konu birden bir romanın ideal uzunluğuna geliyor. Hemingway 6 kelimelik bir roman yazabileceğini iddia ediyor. Diğerleri buna gülüyor ve yazamayacağına dair bahse giriyor. Hemingway eline kağıt kalemi alıyor ve şunları yazıyor: “For Sale: Baby shoes… Never worn…” (Satılık: Bebek ayakkabıları… Hiç giyilmediler…) İçinde keder, trajedi barındıran 6 koskoca kelime (çeviride 5 oldu ama idare edin :))… Benim gibi iletişimcilerin sevdiği 6 kelime kuralı, Twitter’in 140 karakter limitinin mantığını da aslında açıklamış oluyor.

Kısacası etkili iletişim yapmak istiyorsanız, laf kalabalığından kaçının ve doğrudan işin özüne gelin. Kendinizi 6 kelime ile anlatmaya çalışmakla başlayın mesela 🙂

2019’da hayatınızı değiştirecek 6 hedef

“Yeni bir yıl, yeni bir ben” dediğimiz ve hayatımızı baştan yaratmaya niyet ettiğimiz günlerdeyiz.

Bir ay sonra çoğunu çöpe atacağımızı, bir süre suçluluk duygusu ile yanıp tutuştuktan sonra eski hayatlarımıza geri döneceğimizi bile bile çoğumuz elimize kağıt kalemi aldık ve yeni yıl kararlarımızı yazmaya başladık. Sağlıklı besleneceğim, spora başlayacağım, daha az çalışacağım, daha çok seyahat edeceğim, daha çok kitap okuyacağım diye uzayıp gidiyordur eminim neredeyse hepinizin listesi. Bu yıl küçük bir değişiklik yapmaya ve yeni yılda aşağıda sıraladığım şu 6 şeyi gerçekten de yapmaya ne dersiniz?

Sizinle aynı fikirleri paylaşmayan biri ile baş başa bir yemeğe çıkın!

Kendimizden farklı hayat görüşlerine sahip insanları genellikle yargılama eğiliminde oluyoruz. Yargıladıklarımızı öylesine ötekileştiriyoruz ki, çoğu zaman onların insani yönlerini göremez hale geliyoruz. 2019’da kendinize pek de yakın hissetmediğiniz bir kişi seçin ve onu yemeğe davet edin. O kişinin düşüncelerini değiştirmeye değil de onun insani yönlerini keşfetmeye, ortak değerlerinizi bulmaya odaklanın. Meraklı olun, soru sorun ama sizden farklı bir düşüncesini dile getirdiğinde de hemen öyle savunmaya geçmeyin, onu sadece dinlemeyi seçin. Yemeğin sonunda kendi kendinize “ya hiç de öyle kötü bir insan değil aslında” derseniz de hiç şaşırmayın.

Kendinize “sıkılacağınız” zamanlar ayırın!

Haydi bir itirafta bulunalım. Başarı odaklı yaşam tarzımızla, hayatın temposunu kendi ellerimizle sürekli olarak yükseltiyoruz. Gelin cep telefonlarınızı elinizden bırakın, bilgisayarı ve televizyonu kapatın, sosyal medya gezintilerine azıcık ara verin ve hiçbir şey yapmayın. “Off çok sıkıcı” dediğinizi duyar gibiyim. Evet, gerçekten de sıkıcı ve bu sıkıcı zaman nasıl da kıymetli, bir bilseniz… Sıkıldığınızda beyniniz birbirinden bağımsız fikir ve düşünceleri birleştirmeye başlıyor ve içininizi kemiren konularda bile çözüm üretebilme kapasitesine ulaşıyor. O halde 2019’da ne yapıyoruz? Her gün özenle bir doz sıkılıyoruz.

Korktuğunuz bir şeyi yapın!

Korku ve endişelerden kurtulmanın en iyi yolu, korktuğunuz şeyi yapmaktır. Diyelim ki reddedilmekten korkuyorsunuz. O zaman gidin redediliceğinizi düşündüğünüz bir şey yapın. Sokakta tanımadığınız birinden “cüzdanımı evde unuttum, bana otopark parası verir misiniz?” diyerek para isteyin mesela. Aldığınız hayır cevabının o kadar da rahatsız edici olmadığını gördüğünüzde, korkunun aslında ne kadar da gereksiz bir duygu olduğunu anlayacak ve hayatınızda korktuğunuz her ne varsa ona başka gözlerle bakmayı deneyeceksiniz. Para istediğiniz kişi, size parayı verirse de, korkularınız nedeniyle hayatta bir sürü şeyi nasıl da kaçırdığınızı görme fırsatı bulacaksınız. Bu arada, bu benim başıma geldi ve ben birinden gerçekten de otopark parası istemek zorunda kaldım. Utandım, sıkıldım ama istedim ve karşımdaki kişi de benim otopark paramı ödedi 🙂

Dostlarınızla başarısızlığı kutlayın!

“Kariyerim boyunca 9000 atış kaçırdım, 300’e yakın maç kaybettim, 26 kez maçı kazandıracak atışı yapmam için bana güvendiler ama ben ıskaladım. Hayatım boyunca tekrar ve tekrar başarısız oldum ve işte tam da bu yüzden başarılı olabildim” Ünlü basketbolcu Micheal Jordan’ın bu sözleri, başarısızlığın başarının karşıtı olmadığını, başarısızlığın başarının parçası olduğunu göstermiyor mu sizce de? O halde başarısızlık da bir kutlama hak eder. Muvaffak olamadığınız bir konu seçin ya da berbat ettiğiniz bir olayı düşünün ve bunu arkadaşlarınızla kutlayın. Başarısızlığı biraz tiye alın ve utanılacak bir şey olmadığını kendinize de çevrenize de gösterin. “Başkaları ne düşünür” kuruntularından kurtulun hadi. Bir dondurma markasının, piyasada tutulmayan ve pazardan kaldırılan ürünler için cenaze töreni düzenlediğini ve bu ürünleri şirketin dondurma mezarlığına gömdüğünü duyduğumda, kurumların da aslında başarısızlığı nasıl onore edebileceğini ve başarısızlıktan korkma kültürünü nasıl bertaraf edebileceğini anlamıştım. Ne de olsa başarının önündeki en büyük engellerden biri başarısızlık korkusu nedeniyle insanların harekete geçmemesi.

Mümkün olan her yerde küçük bir iyilik yapın!

Bilim insanları, iki grup çocuk üzerinde bir deney yapıyorlar. Birinci gruptaki çocuklara 20 dolar veriyorlar ve “bu para ile bugün istediğini satın al” diyorlar. İkinci gruptaki çocuklara da aynı miktarda para veriyorlar ama onlara bu parayı sadece iyilik yapmak İçin kullanabileceklerini söylüyorlar. Akşam olup çocuklar geri döndüğünde iyilik yapan gruptaki çocukların çok daha fazla mutluluk hormonu salgıladığını ve kendilerini çok daha iyi hissettiklerini tespit ediyorlar. Evet, kendiniz dışında, kendinizden daha büyük bir amaç için çalışmak, içsel mutluluğunuzu besliyor. O yüzden, haydi kalbinize yakın bir konu seçin ve o alanda küçük bir iyilik yapın. Ne bileyim; kapınızın önüne sokak hayvanları için bir kap mama bir kap su koyun, Çorbada Tuzun Olsun Derneği’ne gidin ve evsizlere çorba dağıtın , Çimenev’e gidip gönüllü olun ve eğitim eşitsizliği ile mücadele çabalarına destek olun ya da Malzeme Değerlendirme Merkezi’ne gidip ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmak üzere 2.el kıyafetleri yıkayın, ütüleyin ve paketleyin… Her ne iyilik yaparsanız yapın, beyniniz serotonin, endorfin ve oksitosin hormonlarını basacaktır, bundan emin olun 🙂 Üstelik iyilik yapmak, yaşlanmayı da geciktiriyor. Anlayacağınz; iyilik yapmak iyi birşey!

Her gün kahkaha atın!

Bilim bize şunu söylüyor: Her gün 10-15 dakika arasında diyaframı kullanarak, derin kahkaha atarsak, beynimizin salgıladığı mutluluk hormonları artıyor, stres hormonları ciddi oranda azalıyor ve bağışıklık sistemimiz de güçleniyor. Kahkaha aynı zamanda sosyal becerilerimizi, özgüvenimizi ve yaratıcılığımızı da besliyor, odaklanma kapasitemizi artırarak, iş yerinde, okulda, sporda performansımızı yükseltiyor. Anlayacağınız kahkahanın hem ruhsal hem de bedensel birçok faydası bulunuyor. Üstelik beyin sahte ve gerçek kahkahayı birbirinden ayırt edemediği için siz gülmeyi sadece fiziksel bir egzersiz olarak yapsanız bile, yani yapmacık/sahte kahkahalar atsanız bile, bedeniniz aynı ruhsal ve bedensel faydaları görmeye devam ediyor. Herkesin mutlu olmak isteyip, giderek daha fazla insanın mutsuz olduğu bir dünyada hayatınıza lütfen kahkaha katın. Belki hayat değişmeyecek ama sizin hayata bakışınız yüzde yüz değişecek ve birçok şey daha kolay, daha olumlu hale gelecek.

Sağlık, barış, coşku, hoşgörü, bolluk, bereket ve bol kahkahalar sizinle olsun.